31 Temmuz 2011 Pazar

THE DRUMMER: Davulu Fethetmeyi Denemediğin Zaman Artık Hazırsındır....


Her zamanki gibi oldukça sıkıcı ve manasız geçen bir günün ardından sıcaklardan bunalmış ve bu sıcakta dışarıda ne yapacağım düşüncesine dayanmış bir şekilde kendimi eve attıktan ve “yaşasın kurtuluuuşşş!” nidalarını seslendirdikten sonra ilerleyen saatlerde bünyede oluşan sıkıntı kaynaklı “ne yapsak?”, “ ne yapsak?” baskılarının sonucu bir film izlemeye karar verdim. Şansıma çıkan film 2007 yapımı Kenneth Bi filmi olan The Drummer oldu. Seçimde iki öğe ağır bastı. Birincisi davullar üzerine olması. Şimdiye kadar bu tarz davul gösterileri anlamında hep Japon gruplarını izlemiş ve bu canlı gösterilerden hayli etkilenmiş olduğumdan “bu Zen Davulcuları nasılmış bakalım?” merakı oluştu. İkincisi ise Invisible Target ile tanıştığım ki bu filmde Shawn Yue ve Nicholas Tse ile birlikte üçü bir arada olmuşlardı Jaycee Chan’ ın performansını (kendisi Jackie Chan’ın oğlu) merak etmemdi.

Hong Kong’ da bir mafya babasının (Tony Leung Ka-Fai) oğlu olarak, vahşi babasıyla sevgi-nefret ilişkisi içinde yaşayan bir grupta davul çalan ve bu şekilde serserice takılan Sid (Jaycee Chan) takım elbiseli başka bir mafyatik amcanın manitaya kancayı takınca bu yaşlı amcanın tehditleri nedeniyle babası tarafında, babasının sağ kolu ile birlikte Tayvan’ a gönderilir. Burada dağda yaşayan Zen Davulcularıyla tanışır.Zen davulcuları işte; yüzlerinde nur var ki Sid’ in başlardaki şımarık ve yüksek egolu tavırlarına sabretmeyi bilip onu gruba dahil ederler ve Sid’ in dönüşüm yolculuğu için bir vesile olurlar. Daha sonra olaylar yine bir şekilde Hong Kong’ a döner ancak artık eski Sid yerine bir yandan Zen öğretisinin bir yandan da davulun ruhsallığının değiştirdiği Sid görülür.

Genel olarak bakıldığı zaman klişe bir senaryo, benzeri, aynı kalıpta olan pek çok film vardır. Asi çocuk, karşılaştığı bir grup ya da bir insan, asi çocuğu etkileyen bir aktivite (karate, yemek yapmak,futbol vs...) ve bununla birlikte kendine göre hayatını tekrar anlamlandırması. Bu filmde bu tarz filmlerden sadece bir tanesi üstelik senaryo iki farklı dünyayı ve geçişleri – Hong Kong ve ahalisinin suça yatkın ve vahşi yaşamı, Zen davulcularının doğayla bütünleşik, dingin hayatı ve bu ikisi arasında birinde diğerine geçmeye çalışan Sid – birleştirme konusunda pek başarılı değil. Senaryonun bu eksikliği ve manayı tam oturtamamasına rağmen film en azından davullar, Zen davulcularının dağdaki hayatları ve kendilerini doğayla bütünleştirdikleri sahneler için bile izlenebilir.

Zaten filmin ilk sahnesi bir şekilde insanı kendine bağlamayı başarıyor. Bir sahnede davulcuların bir performansından bir kesit... Arkada ağır bir davul ritmi ve soru; “hayata ilk göz açtığınızda duyduğunuz ilk ses nedir?”. Film bunun dışında zaman zaman güzel anlamlar ve anlatımlar yakalıyor.

Tony Leung Ka-Fai doğal olarak iyi bir iş çıkarıyor. Jaycee Chan’ de senaryonun müsaade ettiği kadarıyla iyi bir oyunculuk sergilemiş. Geleceği daha parlak olacak sanırım bu çocuğum bir de babasına çok benziyor tip olarak. Son olarak sözüm Roy Cheung’ e: “Abicim ne biçim bir insan ve oyuncusun? Sadece dursa bile o filmde, sahnede kendini bir şekilde hissettiriyor bu da başka bir yeti olmalı...

28 Temmuz 2011 Perşembe

KAGRRA,: ISSHI????

Bu bloğun yakın zamanda göçüp gidenlerin ardından yazılan yazılarla dolmasından korkuyorum. Ne yazık ki Kagrra,’ nın vokali Isshi’ de hayatını kaybedip buralardan ayrılanlar kervanına katılmış oldu.

Haberden biraz gecikmeli olarak dün haberim oldu ve başka bir uzayda, başka dünyadan insanların yanında çok rastlantısal bağlantılar neticesinde ulaştım. Sözlükte “a” harfini ararken “z” çıkması gibi...Önce pek inanasım gelmedi – ki hala öyle – sonra çeşitli kaynaklardan durumu teyit ettikten sonra içim bir garip oldu. Birilerini arayıp haberi paylaşmak istedim ama kahrolasıca mekan bu ulaşıma izin vermedi.

Dediğim gibi hala şaka gibi gelmekle birlikte “garip” bir his. Öyle uzun uzadıya yazılar yazıp, methiyeler düzmek istemez canım sadece;

Kötü bir dönemde sen ve arkadaşlarının parçalarını dinledik dalga geçtik, geyik yaptık, takdir ettik, üzerinizden güldük eğlendik. Dünyanın belki aklının ucundan geçmeyecek bir köşesinde birbirinden alakasız birkaç insanın ortak konusu oldun, onları mutlu ettiniz, senin üzerinden espriler yaparken çukurlara düştüm, estetik açılımına karşı manifesto yazmayı düşündüm, mızmız dedim ama her zaman sesi güzel diye eklemeyi de ihmal etmedim, kanjiye gıcık olmama sebep oldun, aslan yelesi kod adıyla bilindin J

Kagrra, ve Isshi o dönem ve sayamadğım herşey için – her zaman yapmam ama - ありがとうございました...

24 Temmuz 2011 Pazar

TAMRA, THE ISLAND: Bir Sürpriz!


Yaz sıcaklarının beyin fonksiyonlarını ambale ettiği günlerde çok çeşitli sebeplerden mutsuz bir hafta sonuna girerken üstüne üstlük bilgisayarsız geçen 10 günün sonunda bu hafta sonunun da bilgisayarsız geçeceğine dair korkunç bir gerçek nedeniyle mutsuzluk denizinin daha da diplerine sürüklenirken yüce gönüllü kardeş kişisinin temin ettiği bilgisayar karşısında önce afallayıp sonra ona sımsıkı sarılmışken keşfettiğim bir dizi Tamra, The Island ya da diğer adıyla Tempted Again.

İçinde bulunduğum ruh durumundan mı yoksa koca bir hafta sonu yapacak başka bir işim olmadığından mı bilemiyorum ama emin olduğum bir nokta var ki bu dizi gerçekten izlenmeye değer ve diyebilirim ki beni ziyadesiyle mutlu etti, sürükledi, eğlendirdi ve 16 bölümü bir hafta sonu içinde devirmenin etkisiyle pazartesi gününü zombi olarak geçirmeme bile değdi.

Öncelikle değineceğim nokta dizi müziklerinin çok güzel oluşudur. Anlam veremediğim konu ise bu dizinin nasıl bu kadar az ilgi görmüş olduğu. Orijinali Jeong Hye Na’ nın mangwasına dayanan seri 20 bölüm olarak planlanmışken düşük ratingler nedeniyle 16 bölüme indirilmiş, acı ama gerçek!

Manghwa orijinalli olmasının da etkisiyle aslında hem tarihsel bir sürecin fonu oluşturduğu ama bu tarihsel sürecin içine komedi unsurlarının yedirildiği seri aynı zamanda dostluk ve aşk hikayesiyle birlikte içinde yabancı karakterleri de barındırıyor. (Belki de az ilgi görmesinin sebebplerinden biri budur diye düşünüyorum, dizi seçecekler için yıldırıcı bir öğe olabilir)

16. yy da İngiltere’ de yaşayan bir oğlan olan William ve onun Japon denizci arkadaşı Yan, Nagasaki’ ye doğru denizde seyrederken fırtına nedeniyle kendilerini bimedikleri bir adada bulurlar; Tamna Adası. Kadın dalgıçları ve bu dalgıçların denizden çıkardıklarıyla geçinen ülkenin dışarıya kapandığı bu dönemde başkent tarafından pekte sallanmayan bu ada özünde anaerkil sözde ataerkil, genelde sürgünlerin gönderildiği kendi halinde bir ada olmaktayken başkentten kadınlarla fazla oynaştığı için sürülen asilzade Park Gyu’ nun da gelmesiyle hafif şenlenir fakat bu adanın üzerinde ne oyunlar oynandığını günlük yiyecekleri için harıl harıl çalışan, sade ve basit bir yaşantı süren ada halkı bilemez. Asilzade Park Gyu dalgıçların liderinin evine kalmaya gönderilir. Dalgıçların liderinin kızı Beo Jin ise annesinin dalma yeteneklerinden uzak kaderinden hoşnutsuz bir halde yaşarken tüm bunların üzerine tüm yeteneksizliğini ve sakarlığını bilmesine, dalmaktan ve okyanustan nefret etmesine rağmen bir de diğer kadınların aşağılama ve alaylarına maruz kalmaktadır. Yine de kaderine isyan etmesine rağmen, şen şakrak ve oldukça saf olarak yaşamına devam eder... İşte bu karakterler ve daha fazlası bu adada bir şekilde buluşarak bir yolculuğun içine girerler.


Park Gyu, adaya geldiğinde bir hayat gerçeği olan tuvalet sorunlarıyla boğuşurken, bir yabancı olarak (sarı saç, mavi göz) William Beo Jin’ in korumasında hayatını sürdürmeye çalışır – o dönemde yabancı olmanın suçu ölüm – ve olaylar gelişir.

Ben kendime göre diziyi ikiye ayırıyorum; Tamna Adasında geçen bölümler ve başkentte geçen bölümler olmak üzere. Bir ada ve dalgıçların olduğu diziden beklenek şekle su altı görüntüleri bana göre çok hoş hele müzikle birleştiğinde dinginlik...

Tabii bu dinginliğe karakterler, birbirleriyle tezatlıkları, yanlış anlaşılmalar ( misal William’ ın “Beo Jin”’i virgin olarak anlaması vs..) gibi komik öğeler eklendiğinde herşey daha da eğlenceli oluyor.

Karakterler demişken bana kalırsa hepsi iyi kurgulanmış ve dozunda. Dalgıç kadınlar, onların sert tavırları ama özlerindeki iyi kalpleri, deli oymacı insanların kalplerini okuyamadığının bilincinde olan Tamna Polis amiri pek bir iş yaptıkları görülmeyen adanın erkekleri, Beo Jin’ in muhteşem kız kardeşi Beo Seoul (bu velede bittim) ... Han Boon irite edici ama bir o kadar da performansı ile takdir edilesi Jung Joo Ri.

Gençler arasındaki ilişkiler, gelişen aşklar ama en saf seviyesinde ve bu saflığa bağlı olarak gelişen dostluklar... Sanırım bu aşk meşk olayını izlenebilir kılan en önemli öğe içinde barındırdığı “saflık” ve “onur”

Sizinin başkentte geçen kısmı, başkentin o itiş kakış, güçlü zayıfı döver ortamına uyacak şekilde biraz daha karanlık ama üzülmeyin izleyen sonunda ödülünü alıyor.

Tüm karakterlerin performansını gayet iyi bulmuşken özellikle üzeründe durmak istediğim iki karakter ve oyunu var. Birincisi Beo Jin’ in annesi. Karakter zaten bomba ancak Kim Mi Kyung’ un performansı bunun öne çıkmasında gayet önemli bana kalırsa. O sertliği ama utangaçlığı sarhoş olup kendini kaybetmesi, boyun eğmeyişi vs..

İkincisi ve bence diziyi sürükleyeni Park Gyu karakteri. Im Joo Hwan ise Park Gyu olarak bu seride oynamış hatta döktürmüş bence. Teknik açıklamalar yazmak çok sıkıcı olur ama bana kalırsa komplike bir ortamda, pek çok ayrıntısı ve reaksiyonu olacak bir karakter olan Park Gyu oldukça iyi çözümlenmiş ve en ufak bir mimik ya da duruş ziyan edilmeden ne fazlası ne de eksiğiyle karaktere gayet güzel yedirilerek ortaya konmuş. Sanırım bu diziyi izlettiren en önemli öğelerden bir tanesi de Im Joo Hwan’ ın bu performansı.


Dizinin ikinci bölmünde ağlamaktan su kaybına uğrayarak öleceğini düşündüğüm Beo Jin yani Seo Woo’ yu ise oldukça sevimli buldum.

Daha önce de söylediğim gibi neden bu kadar az ilgi gördüğünü anlayamasam da bana kalırsa ilgiyi hak eden, pek çok öğeyi dengeli biçimde içinde barındıran, güzel bir hikaye ve güzel bir seri. Herkesin zevki aynı değildir ama kararlılıkla insanlara izleyin diyebileceğim serilerden.

22 Temmuz 2011 Cuma

TAIJI SAWADA: Başka Diyarlarda...



Bu hafta içinde Taiji Sawada' da buralardan ayrılıp başka diyarlara yolculuğa çıktı ya da sadece terk etti...

X' in (sonraki adıyla X- Japan) muhteşem baladlarınından bir tanesi...Parçanın bestesi Taiji Sawada' ya ait...


X Japan' ın X olduğu yıllarda grubun basçısı olan sonra X ' den ayrılan ve başka bir efsane olan sadece Japan Metal dünyasında değil genel anlamda metal dünyasında saygı gören ve görmesi gereken Loudness' da bir süre devam edip daha sonra kendi grubu D.T.R ve diğerleriyle müziğe devam eden Taiji Sawada kendi yolcluğunu tamamlamış ve geride pek çok çalışma bırakmış oldu...


Loudness' ın 1993 yılında yayınladığı albümü Loudness adlı albümden güzeller güzeli Black Widow...


RIP...


Az bilinen D.T.R ve eğlenceli performansı...

3 Temmuz 2011 Pazar

THE STORM WARRIORS: 10 Yıl Sonra Devam...




The Storm Riders adlı filmin devamı olarak çekilmiş olan 2009 yapımı Hong Kong filmi olmakta kendisi. Bu sefer yönetmenliği Pang Kardeşler yapmışlar ve demişler ki ilk filmin devamı şeklinde olmayacak bu film. Haklılarmış zira aradaki süre ve bunlar ne zaman Lord Godless'ın eline düştüler, Second Dream ile Wind ne ara tanıştı, neredeyiz, ne oluyoruz, Lord Godless ve oğlu Heartless ne ara ortaya çıktı gibi soruların cevabı yok – en azından çizgi romanı bilmeyenler için -


Neyse bodozlama dalmadan önce sakince başlayalım. Öncelikle film öncesini boş bırakmakla birlikte çizgi romana daha sadık.

Ekin Cheng yine Wind, Aaron Kwok yine Cloud. Bu arkadaşları tebrik etmek lazım performansları 10 sene önce bıraktıkları yerde. Tebrik ediyorum.

Şimdi bir Kenny Ho olayı var ki canlandırdığı Nameless karakteri ile filme damgasını vuruyor, başarısının altında yatan nokta bence Nameless' ın müthiş karizmasıdır. Charlene Choi Second Dream olarak karşımıza çıkıyor. Chu Chu ya da Muse bu filmde Qi Shu değil Tiffany Tang olmuş. Serinin kötü adamları Lord Godless olarak Simon Yam ve oğlu Heartless ise Nicholas Tse.


Bu filmde Cloud ve Nameless ve Chu Chu' yu Godless tarafından kaçırılmış buluyoruz. Gelen Wind ve Nameless' ın yardımcıları tarafından kurtarılırlarken kötü kalpli Godless' ın bunlarla birlikte esir aldığı pek çok dövüş ustası hakkın rahmetine kavuşuyor. Godless ve Heartless' ın amacı Çin' i işgal etmek ve bunlar hedeflerine doğru ilerler ve tüm dövüş okullarını yıkıp geçerken, Nameless usta Cloud ve Wind 'i Lord Wicked' ı bulmaya gönderiyor.




Şimdi Nameless ve Lord Wicked bu alemin en baba karakterleri, belirtmeden geçmeyeyim. Burada Wind manitası Second Dream ile de karşılaşıyor. Lord Wicked yaptığı taş testi ile şeytani pislik kung fusunu taşı Cloud gibi ezip parça pinçik etmeyen sadece yakalayan Wind' e öğretmeye karar veriyor. Bu bela bir teknik adamı ele geçirebilyor zira bu nedenle Lord Wicked zamanında delirip etrafındakileri kesmemek için kendi kollarını kesmiş -ki bu esnada pek çok insan mefta olmuş -. Wind kendini bu uğurda feda ederken karakterlerin karakteri Nameless da boş durmayıp Cloud' u çağırıyor ve ona öğreterek kendi kılıç tekniğini yaratmasında yardımcı oluyor. Sonra bu sırada Lord Godless esasen peşinde olduğu Dragon Tomb' un peşinde giderken işte Lord Godless, kafayı yemiş Wind, Cloud, Heartless , kızlar karşı karşıya geliyor...


Görüntü ve efekt konusunda çok iyi bir iş çıkmış ortaya. Bir manganın ya da zaman zaman bilgisayar oyununun sinemaya uyarlanmış bir versiyonu gibi. Çok güzel -estetik açıdan; renk, duruş, poz vs...- kareler barındırıyor. Karakter derinliği, duygusallık, duygu geçisi, hikayeye ait detaylar gibi öğlere pek rastlanmıyor filmde. Anladığım kadarıyla biraz da tercih bu yönde olmuş ki eğer amaç karelerden oluşan, görsel ve teknik olarak tatmin edici bir film yapmaksa oldukça başarılı olmuşlar, gerisi izleyene kalmış...Buna bağlı olarak ilki kadar eğlenceli bir film değil bir de elemanlar hiç gülmüyorlar bu filmde bir tek ara ara Wind pis pis sırıtıyor. Ha bana kalırsa bu filmde Cloud' u daha insancıl buldum orası ayrı..


Lord Godless bir Lord Conquerer olamamış ama iyi hoş yine. Heartless olarak Nicholas Tse' yi beğendim, bir de arada çıkan sub zero - scorpion benzeri ikiliyi daha fazla görseydik keşke...bu arada filmin müzikleri çok güzel...


Bu da Aaron Kwok'tan gelsin...



Görsel açıdan oldukça başarılı diğer noktalarda zayıf fakat yine de kendini izlettiren (böyle şeyleri sevenler için) bir film olmuş.

Nameless usta ve yardımcısı bambaşka gerçekten...Filmin sonuna değinmiyorum...ama sanırım üçüncüsü gelecek.


2 Temmuz 2011 Cumartesi

BECAUSE I'M STUPID: Dikkatli Olmak Lazım....

SS501 pek dinlediğim bir grup değildir. En kayda değer bulduğum albümleri “All My Love” idi. Bunun içinden de "Let's break away"'i severdim.


Boys Over Flowers' ın parçalarından olan "Because I'm Stupid"'i de o zamanlar sevimli bulmuştum diziden sonra unutmuş gitmiştim.



Günlerden bir gün Kim Hyun Joong'un akustik versiyonunu dinleyene kadar. İşte azap dolu zamanlar başlamıştı. Bir anda sardım daha doğrusu anlamsızca esir alındım. Durum tehlikeliydi farketmiştim. İçimden bir ses gitarımı çıkarıp çalmayı denememi bile söylüyordu ama tembellik zaman zaman hayat kurtarıcı olabiliyor.



Bu proje gerçekleşmedi fakat bu esir alınma hastalığı bir süre daha devam etti. Hala her iki versiyonuna da temkinli yaklaşırım....

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...