29 Ocak 2012 Pazar

ROSE OF VERSAILLES ( Berusaiyu no bara) : LAREINE



Eskiye dair aklıma kazınan animelerden bir tanesidir bu .... Daha küçükken ilk izlediğimde Oscar beynimde büyük bir yer edinmişti. Daha sonra tekrar televizyonda verildiği zamanlar benim lise yıllarıma denk gelir. O zaman daha biliçli izliyor insan tabii ve daha büyük bir beğeniyle olaya bakıyor. ( o zamanlar bilgisayar yok, internet yok ama televizyonlar delicesine hem de çok sağlam animeler yayınlıyor, hey gidi geçmiş...)

Amacım anime üzerine yazmak değil. Çok uzun yer tutar zaten benim gibi pek çok insan için de bu serinin önemli bir yeri olduğunu düşünürüm. Ele alacağım konu açılış parçası...

Yıllarca vataşivabarano ya da barava barava utsukuşiçuuu diye biliçsizce ortalıklarda dolaşmama neden olan "bara wa utsukushiku chiru"' dan bahsediyorum... Hala şu parçayı duyunca anılarım canlanır...



Yıllar sonra Lareine' den aynı parçayı dinleyince olayı idrak etmem biraz zaman almıştı hatırlarım...



Bu da benden bonus... Animetal Lady yorum.Animetal ve animetal Lady üzerinde ileride özenle duracağım, sevgiyle bağıra basılması gereken bir konu...

22 Ocak 2012 Pazar

MR BRAIN: BEYİN VE MUZ İLİŞKİSİ ÜZERİNE...



Yine dangur dungur başlayıp ziyadesiyle mutlu olduğum serilerden bir tanesi. Gerçi pek dangur dungur demeyeyim. Kimura Takuya adı seriye başlamamda esastır.

İlk bölümde ilk intibaa CSI, şu, bu, o ve daha niceleri benzeri bir şey geleceğiydi  ki, aslında benzerlikler taşımakla birlikte, seride komedi unsurunun ağır basması ve Japon tarzı nedeniyle insan sonra bu benzerliğin farkına dahi varmıyor hatta ne saçmalamışım diyor. İlk sahneleri çarpıcı buldum gerçi. İlk anlarda çarpan bir diğer nokta ise açılış parçasının Van Halen / Jump olması ahahahaha. İlk duyduğumda kulaklarıma inanamadım bir an. Serinin sürprizleri bununla da bitmiyor.








(ahahahaha şu anda çok eğleniyorum :)))) )

2009 yapımı 8 bölümlük dizi kısaca şöyle; Ufak bir kaza geçiren elemanımız Tsukumo Ryusuke,  beş altı yıl sonra bir uzman olarak National Research Institute of Police Science' da çalışmaya başlar ancak bazı yanlış anlaşılmalar sonucu öncelikle Dedektif Tanbara ve yardımcısı Hayashida ile tanışır. Bu arada Hayashida karakterinde Mizushima Hiro' yu görmekteyiz. Bu laboratuvar kendi alanlarında uzman bilimadamlarının soruşturmalara destek nitelikli çalışmalar yaptığı - işte DNA analizi, ses analizi, davranış bilim vs... - genel anlamda sıkıcı ama bilimsel bir ortam. Tsukumo ve kendine atanan asistanı Yuri Kazune - ki kendisi Ayase Haruka olmakta - ikilisi ortama neşe getirmekte ve bu neşeyle birlikte kurumun profilini değiştirmekteler.




İhtisası beyin üzerine olan Tsukumo, soruşturmalar içine balıklama dalarak kendine has tavırları ile etrafındakileri de değiştirmekte. Çok zeki olan bu arkadaş,  beyni fazla yakıt tükettiğinden sürekli muz yemekte. Merak ettiğim bu kadar muz tüketimi, beyni için gereksinim olmakla birlikte, bünyesini nasıl etkilemekte? Anton Çehov ya da Samuel Beckett gibi yazarlar bile muz ve etkilerine oyunlarında değinmekte zira. Bu ufak noktayı atlarsak çok eğlenceli ve keyifli bir dizi olduğunu söyleyebilirim.

Serinin diğer sürprizlerine gelirsek; bir adet Gackt, bir adet Kamenashi Kazuya ve bir adet Matsuyama Koyuki (bu kadını Kimi va Petto dolayısıyla severim). Gackt' a psikopat olayı gitmiş. Kamenashi' nin bir odunu canlandırması için pek efor harcamasına gerek kalmamış.

Kimura Takuya için söylenebilecek pek bir şey yok. Adam burada da oynamış ve Tsukumo' yu daha da keyifli, daha da izlenir bir hale getirmiş. Yetenekli insan. Ayase Haruka  burada da güzel. Bu arada Nakama Yukie' yi nereden hatırlıyorum diyordum, cevabı buldum. Tabii ki Shinobi den.

Tanbara ile Hayashida süper bir ikili olmuşlar. Bu arada Takei Kohei yani Ichikawa Ebizo' nun da karizmasının hakkını yemeyeyim.

Keşke daha uzun olsaymış.

21 Ocak 2012 Cumartesi

THE SHOWDOWN: Hyultoo



Zaten karanlık ayrıca ruhen de karanlık bir akşamda çok başarılı bir seçim olarak açıp izledim bu Park Hoon-Jung' un yönetmenliğini yaptığı 2011 yapımı Kore filmini. Çok doğru bir seçim oldu gerçekten bunu hemen anlayıp kendimi tebrik ettim. Karanlık bir film, mecazi anlamda değil sahneler gerçekten karanlık zira ben uzun bir süre boyunca bu karanlık ortamda Heon- Myung (Park-Hee Soon) ile Do Young (Jin Goo) yu birbirinden ayırmaya çalıştım zaman zaman hangisi hangisi karıştırdım.

Bu iç karartıcı giriş kimsenin bu filmi izlemesine mani olmasın. Böyle dedim ama doğruyu söylemek gerekirse ben filmi beğendim.




Çinlilerle (Mançurya) ile yapılan bir savaştan (gerçi bu biraz intihar saldırısı gibi bir şey) üç adet Koreli asker kurtulur. General Heon- Myug, çocukluk arkadaşı Do Young. General savaş alanında sonuna kadar savaşın emri vermiştir. Bir tek kendi hayatta kalır. Do Young da yaralı halde kurtulur. Bir de erlerden Du Soo savaş alanını sinsice terk eder amacı hayatta kalmaktır. Bu üçlü soğuktan da donmayarak savaş meydanına çokta uzak olmayan harabe bir handa tesadüfen buluşurlar. Heon Myung ile Do Youg çocukluk arkadaşıdır ama aralarında geçmişten gelen bir hesap vardır. Du Soo ikisinden de tırsar çünkü general daha önce birlikten ayrılmanın cezasını ölüm olarak açıklamıştır zaten üst tabakanın alttakilere verdiği değer göz önündedir, hayatının onlar için bir önemi olmayacağıı bilir. Heon-Myug ve Do Young asil ailerden gelmektedir oysa ki Du Soo alt tabakadır. Askere alınmasındaki sebep de gerizekalı asilzadelerdir. Bu üçü arasında bir ölüm kalım savaşı başlar. Birbirlerinin yüzlerine gülerler ama arkada dümenler döner. Heon Myung ile Do Young arasındaki husumet ise flash backlerle orataya sunulur.




Kim haklı kim haksız kararını izleyene bırakmışlar - zaten aslına bakılacak olursa haklı/haksızdan ziyade filmin yaptığı şey varolanları ortaya koymak - ama en harcanan belli bana kalırsa... Hırs, intikam, hayatta kalma dürtüsü üzerine bir yapım. Bununla birlikte inceden dokundurduğu başka konularda bulunmakta.

İnsanlar köşeye sıkıştıklarında ne kadar vahşilebilir? Politika insanları çatır çatır harcar. Savaş dandirik bir şeydir!

15 Ocak 2012 Pazar

Wu Xia: Swordsmen




2011 yapımı yönetmeni Peter Chan olan bu film zaten içinde Donnie Yen ve Takeshi Kaneshiro' yu barındırması üstelik aksiyon yönetmeninin de Donnie yen olması nedeniyle çoktan izlenecekler listesine girmişti ama ufak bir beklentiyle başlanan film gittikçe daha fazlasını verdi.

Liu Jinxi (Donnie Yen) ve ailesi ufak bir köyde kendi halinde takılmaktadır. Köye iki adet eleman gelir ve soygun esnasında ölür. Bunları yanlışlıkla öldüren Liu Jinxi köyde kahraman ilan edilir ancak olayı soruşturmak için köye gelen Xu Baiju' nun kafasında olayın bu kadar basit olamayacağına dair şüpheler oluşur.

Öncelikle şunu belirteyim şimdi yönetmen Peter Chan olunca ve Donnie Yen' i görünce insan yönetmenin son filmleri ve Donnie Yen nedeniyle epik ya da tamamen bir aksiyon filmi olacağı beklentisine kapılabilir. Hayııır... Film daha çok polisiye/gerilim tarzında. Aksiyon sahneleri nispeten az ama temiz ve oldukça sağlam. Bununla birlikte filmin gidişatına çok yönlü olarak katkıda bulunuyorlar bana kalırsa.

Filmin konusu aslında bilindik, benzeri pek çok film izlemiştir insanlar ama bu filmi başarılı kılan filmin anlatım tarzı. Öyle bir tat yakalmışlar ki sonu ve gidişatı belli olmasına rağmen insan filmden kopmak yerine filmin içine çekiliyor. Bunda görselliğin ve anlatım biçiminin estetiği de etkili bana kalırsa. Tüm bunlara Takeshi Kaneshiro ve Donnie Yen' in sağlam oyunculukları da eklenince gayet başarılı bir iş çıkıyor ortaya. Özellikle Takeshi Kaneshiro' nun paranoyak, adalet saplantısı olan, kendi içinde ikilemi bulunan Xu Baiju' su ilginç bir karakter olmakla birlikte Takeshi yorumuyla tadından yenmez olmuş.




Kapı koluna ip bağlayarak diş çekmek ( hep merak ederdim nasıl bir şey diye, sağolsun çocuklar bir açıklama getrdiler bana) ya da ev üstünde inek beslemek ya da bir boğa insanı nasıl şişler konulu sorularıma da açıklama getiren bu film bana kalırsa kendi içinde oldukça başarılı bir iş. Film aynı zamanda insan vücudu üzerine de sağlam dersler vermekte.




Böyle daha çok film olsun, Donnie Yen hep böyle başarılı işlerde boy göstersin. Filmin müzikleri de genel anlamda hoş olmakla birlikte sondaki parçanın nasıl bir kafanın ürünü olduğunu anlayamadığımı itiraf etmem gerekiyor.

8 Ocak 2012 Pazar

POSEIDON: Nerede benim Trident' im?




Eveeeett günlerden bir gün bu 16 bölümlük Kore dizisiyle karşılaştım. Klasik olarak "ne izlesem? ne izlesem?" dönemimdeydim. Başladım ve bu yazının yazılıyor olduğu anda bitirmiş olmanın ferahlığını yaşıyorum.

Anladığım kadarıyla Super Junior/Choi Si Won ve Dbsk/TVXQ Yunho' nun seride yer alıyor olması diziye Kore dışında ilgiyi arttırıken diziyi sadece bu ikisinin varlığı üzerine ele almak haksızlık olur bence.

İlk bölümde konuyu ya da nereye ilerleyeceğini pek tahmin edemediğim ve kestirmediğim için "hahahah Sahil Güvenliğin Kore versiyonu sanırım" deme gafletine düşmüş bile olsam ilerledikçe esasen güzel ve bağlayıcı bir konusu olduğunun farkına vardım.




Poseidon ismi nereden geliyor diyenlere operasyon adı derim. Dizi "Coast Guard" oluşumu içinde yer alan polislerimizle bunların belalısı olan ülkedeki tüm yer altı örgütlerine boyun eğdirmiş ya da sahneden silerek tek güç olmuş olan bir grup ve bunların lideri arasındaki kapışmaca üzerine kurulu. Hoş bir polisiye.

Choi Si Won yani dizideki adıyla Kim Sun Woo hafif başına buyruk ama özüde iyi bir görevli olarak bu çeteyi kafaya takmış ve kişisel sorunu yapmış olan Kwon Jung Ryool' ün talebiyle özel olarak bunları yakalamak için kurulan 9. birime katılır. Ekip arkadaşları Oh Min Hyuk, Choong- sik, Lee-Soo Yoon ve Oh-Yoong olur. Böylece bu ekip kedi fare oyununa başlar. Kim Sun Woo da, nasıl Kwon Jung Ryool' ün karısı bu adam tarafından öldürüldüyse benzer şekilde bu örgütten hayatının şamarını yemiştir.

Neyse genel anlamda sürükleyici ve ilgi çekici bir dizi. Bazı sinir bozucu yanları yok mu, var elbette ama onlara sonra geleceğim.




Kim Sun Woo ( Choi Si Won): Bahsettik az önce ama işte bu çete ve lideriyle (valla şunların adlarını yazmak çok zor geliyor o yüzden yazmayacağım) kişisel derdi olan, kafasına buyruk hareket etmekte çoğu zaman beis görmeyen, hafif artist, özünde iyi bir arkadaş.Choi Si Won iyi bir iş çıkarmış bana kalırsa.

Lee Soo-Yoon (Lee Si Young): Öncelikle Lee Si Young pek bir şeker pek bir sevimli. Bir de ne bacak var kendisinde hayretle izledim. Dizideki karakteri Lee Soo Yoon ise erkek fatma tavırlı, boğazına düşkün ama bunu kilo olarak göstermeyen, boksa gönül salmış bir polis memuru olaraktan ekibe dahil olur. Öncelikle tavırlarını, yediği yumruklara rağmen mızmızlanmayışını ve sert karakterini takdir etmekle birlikte ilerleyen bölümlerde ne yazık ki depresif, mıy mıy, ağlak kız triplerine dönüşüyle sinir katsayısını arttırarak başlarda topladığı puanları kaybetti. Neyse hadi sonra topladı azıcık.

Doğal olarak tahmin edilebileceği üzere bu ikisi arasında bir hoşlaşma bir elektriklenme oluyor ancak Lee Soo Yoon başta bira içtikten sonra Kim Sun Woo' nun önünde geğirebilecek kadar müthiş bir rahatlığa sahip ki takdire şayan ayrıca bu gereksinimi gayet doğal olarak açıklıyor kendisi. Bir de bu ikili bir dönem iletişimlerini rigte birbirlerini döverek sağlıyor ve bir iletişim ve ifade aracı olarak gençlere boksu öneriyorlar.

Kwon Jung-Ryool (Lee Sung Jae) : Dizinin en sakin ama en içten yanmalı motoruna sahip karakteri. Bir de ara sıra pek yavaş sanki ama güzel insan. Zaman zaman insan merak ediyor Hyun Hae-Jung' un (Jin- Hee Kyung) kendisine yanık olduğunun farkında mı acaba? Tüm teşkilat biliyor da...

Kang Joo-Min (Jang Dong Jik): En coollardan. Böyle bir bakıyor zaten izleyen de ona bakıyor zaten o arada dakikalar geçmiş.




Kim Dae-Sung (Park Sung Kwag): En sinir bozucu. Bir de arkadaşım bu özgüven nereden geliyor?

Oh Min Hyuk (Han Jeong Su): En geri planda kalmış ama en güzellerden. (Zaten sanırım dizinin en güzel iki adamı bu ve Lee Sung Jae) O boş vakitlerinde kadınlarla mesajlaşmaktan mutlu.

Lee Choong-Sik (Jung Woon Taek): En şamar oğlanı görmezden gelineni. Bazen hak ediyor ama yazık ya aslında sevgi dolu en çokta Ji-ah ya.

Jung Deok-Soo (Kim Jun Bae): Serinin en devasa, en korkunç görünen ama aynı zamanda en eğlenceli karakteri. Her sahnesinde ayrı bir zevk elemanı izlemek bir de gülmeyi çok seviyor.

Jung Do-Young (Jeong Ho Bin): Serinin psikopatı. Amma velakin öncelikle bu psikopat kardeşimizin evi pek güzel. Kendisi pek derli toplu ve düzenli. Hayran oldum arada banada gelip odamı falan toplasın, rica ediyorum. Ayrıca espresso içişi insanı özendiriyor ama öyle içmeye kalksam günde 20 bardak falan tüketirim herhalde. İkincisi kendisini takdir ediyorum zira güzel bir müzik zevki var. Bu amcanın müzik dinlediği sahnede Nature Boy' u duymak beni dumur etti bir an.

Nature Boy' u bilen bilir. Orijinali Eden Abhez'e ait olan ancak Nat King Cole versiyonu en çok bilinen ve benim de en sevdiğim olan şahane bir parça. Bu şarkının farklı ve masalsı bir havası var ve küçükken beni bu çok etkilerdi. Zaman sonra bu masalsılığı oldukça iyi kullanan Moulin Rouge' da duyduğumda pek keyiflenmiştim öyleki parça aslında filmin temel noktalarından birisi olmuştu. Dizide kimin yorumu kullanılmış çıkaramadım açıkçası ama sahneye oldukça oturmuş buldum. Çok detay biliyorum ama etkilendim napayım? Amcayla birlikte son ses müzik dinleyesim geldi bu bölüm boyunca...

Nat King Cole- Nature Boy



Bu arada müzik muhabeti açılmışken dizinin ost u oldukça hoş. Sanırım en fazla kapanış parçasına bittim. Kimindir, adı nedir bilemiyorum ama çok eğlenceli ahahaha. Bilen varsa insanlık namına bilgisini saklamasın, paylaşsın, bir not düşşün pws...

(diziyi izlemeyenler gözleri kapalı dinlesin :) )



Dizinin süprizi: Bir bölümün sonunda çalan parça. Hahahahahaha. Bilin bakalım bu parça ne? Çok eğlendim ahahahahah, delimiyim neyim?




Dizi sürükleyici, performanslar iyi - aksiyon sahnelerinde bazı falsolar var ama görmezlikten gelinebilir - kurgu iyi, insanı ters köşeye yatırma kapasitesine sahip ve bir başlayınca merak içinde bırakıyor. Ama kötü yanları da yok değil? Nedir bunlar?

Bir kere bu arkadaşlar biraz yavaşlar. Yani süre geçsin diye bir olaya tepki veriyorlar iki dakika bakışıyorlar falan. İnsan bir önce ilerlemek istiyor ama bu arkadaşlar daha hala bakışıyor boş boş. İnsanın kendisini kesesi geliyor. Şöyle şahane yorumlar ve yavaşlıklara sahip;

Şimdi bir odaya girecekler biri diyor ki;

" silah/ barut kokusu var dikkatli olalım!".

Çok güzel. Odaya giriyorlar birileri mefta olmuş, boş boş bakma aman da nasıl oldu falan. "Yavrucuum az önce sen değil miydin barut kokusu var diyen? aksiyon evladım aksiyon!!!" diyor izleyen ama elemanlarımız hala derin düşünceler içinde. Sonra aynı eleman diyor ki;

" eğer barut kokusu varsa şüpheli henüz buralardadır".

Bravo evladım diyerek izleyene bu müthiş tespit karşısında alkışlamak kalıyor gözyaşları içinde. Sen bunu keşfedene kadar ben dakikalarca sizin bakışmalarınızı izlerken konu kişi çoktan jüpitere yol aldı. Özenle mi seçtiler sizi ha?

Sonlara doğru flash backler iç bayma kapasitesine sahip. Tam havaya girmişiz çaaat dakikalarca eski sahneler. saç baş yolmamak elde değil.

Bu arada iphonenu olmayanı adamdan saymıyorlar ya da iphoneun olmazsa yaşayamazsın gibi bir mesaj almadım değil...

********hafif spoiler içerir **************************************************

Lee soo Yoon, tribale bağlayıp kendi başına iş yaparak delirttin insanı. Şimdi kaptanın işi de zor. Herkes emo ergene bağlayıp kafasına göre takılıyor. Yıllardır kimse yakalayamadı sen kendi başına mı gidip yakalayacan adamı? Biraz şuur, kıskançlık triplerinden uzaklaşmaca falan diliyorum sana. Neyse belanı buldun ama olan başkasına oldu ya neyse. Gerçekten bir yerden sonra uçan tekme atma isteği uyandırdın.

Gelelim Yunho meselesine. Noldu bu çocuğa? Gerçekten çete tarafından silindi mi yoksa kendi izini mi kaybettirdi? Bu kısmı anlayamadım ben. Sonunda da hangisinin doğru olduğuyla ilgili net bir bilgi çıkmadı sanırım gerçi ben de kaçırmış olabilirim bazı noktalarda baymıştım çünkü. Halbuki ben şu Japonya' dan gelen elemanın o olduğuna, estetikle yüzünü değiştirdiğine ve yeni bir kimlik edindiğine çok inanmıştım :(

*****************************************************************************

Sanki biraz yerden yere vurmuş gibi gözüküyorum ama öyle değil. Sonuç itibariyle sevdim ben bu diziyi. Pişman değilim :)

7 Ocak 2012 Cumartesi

SAIUNKOKU MONOGATARI: Sürpriz bir masal...



Aslı Sai Yukino' nun elinden çıkma bir roman olan sonradan mangaya dönmüş ve akabinde animesi yapılmış bir seri diyelim Saiunkoku Monogatari için.

Burada ele alacağım kısım tabii ki animesi. Ne izleseeem ne izleseeem düşünceleri içinde dolanırken daha önce pas geçtiğim bu seriye tekrar denk gelince eh artık izleyeyim bari diye ilk bölüme başladım. Doğal olarak başladığımda ilk sezonun 39 bölüm olduğunu fark etmemişim her nasılsa ben onu 20 diye görmüştüm. İlk bölümde aldığım reverse harem kokuları bölüm bittiğinde beni derin endişelere sevk etmiş ben naptım nidaları içinde kafamı duvarlara vurarak kırmaya çalışmıştım. İlkeli bir insan olarak daha sonra yaptık bir hata ama başladım artık bitirmem lazım diyerek izlemeyi kendime görev edindim. Ne mutlu ki bir reverse haremden daha fazlasını izleyen bölümlerde vaad ediyordu, moralim düzelmeye başlamıştı ve aslında bu kadar detaylı bir olaya- romanı, animesi, mangası,şusu busu - daldığımı farketmemiştim seriyi tamamlayana kadar. Her bölümde ilk başta girdiğim depresyonu atarak, kafamı boşuna kırmaya çalıştığımı düşünerek hüzünlendim aynı zamanda.

İngilizcesi "Tale of the Land of Colored Clouds "olarakta bilinen bu hikayede olaylar Saiunkoku İmparatorluğunda geçmekte. Anlatılana göre geçmiş dönemlerde ülke şeytani güçler tarafından ele geçirilmiş, zulüm ve kan akmıştır. Bu dönemde Sō Gen adlı savaşçı, 8 renk klanının normal ve doğaüstü güçlerini de etrafında toplayarak bu duruma son vermiş ve imparatorluğu kurmuştur. Akabinde 8 klanın sagesi kaybolmuştur fakat rivayete göre hala insanlar içinde bir yerlerde var olmaktadırlar.

Bizim seri bundan yıllar yıllar sonrasında geçer. Hikayenin ana kahramanı Shurei Kou
adlı kızımız olmakta. Asil bir ailedendir fakat fakirdirler bu nedenle Shurei tapınakta öğretmenlik yapmakla birlikte gündelik işlerde de çalışmaktadır. Saray arşivinde görevli babası ve küçükken evlat edindikler Seiran ile birlikte yaşayıp gitmektedir. En büyük hayali sarayda memur olmaktır Shurei kızımızın. Bu dileğinin nedeni ilerleyen bölümlerde açıklanır ancak önü kapalıdır çünkü kadınlar memur olmaz.



(Shurei Kou)



İmparatorluğun üç danışmanından biri bir gün evlerine gelir ve işe yaramayan imparatora eş aynı zamanda bir öğretmen olması ister karşılığında 500 altın öner. Gözünü para hırsı bürümüş Shurei düşünmeden teklifi kabul eder ve hikaye böylece başlamış olur.

Her bölümü çeşitli özlü sözlerle bezenmiş olan seri ilk görünümüne karşın insanı baymadan ve çoğu zaman sürükleyerek izlettiriyor kendisini.

Öncelike Shurei doğal olarak her erkek karakterin ilgi odağı olmasına rağmen şükür ki amaçları olan, hafif saf ve salak olmasına rağmen "aman da aşık olduuuum" triplerine girmekten uzak bir karakter. Hikayeye zamanla pek çok karakter girmekte bunların bir bölümü kadın ve hepsi aslında birbirinde çeşitli yetenek ve özelliklere sahip. Kourin, Shunki vs.. kayda değer karakterler. Olayı güzelleştiren noktalardan biri de hikayenin atmosferi, yaratılan detaylı arka plan ile birlikte karakterlerin zenginliği.

Erkeklere gelince hepsi birbirinden taş tabii ki..

Detaylı bir yazı yazamayacağım için "en" lerimi seçmekler yetiniyorum :P

Seiran: en cool karakter.




Ran Shogun: en kazanova

Li Koyou: Benim en sevdiğim bu oldu, en yer yön özürlü.

Ryuuki Shi: Bu çok sevimli. Bazen acayip derecede çocuksu. En anlayışlı.





Rou Ensei: En becerikli

Ran Ryuuren: En özgün ama müzik konusunda en yeteneksiz.

To Eigetsu: En sevimli çift kişilik.

Sa Sakujin: En bezgin bekir.





District teki evin sahibesi: En yetenekli

Ticaret Bilmemnesinin şefi kadın: En başarılı tüccar, en karizma hatun.

ve daha niceleri...



(Li Koyou, Ran Shogun)


Şimdi seride sürekli bir erhu duyulmakta. Bazen ara sıra insanı canında bezdiriyor. "Yeter be Shurei kızım tamam iyi güzel çalıyorsun da suyunu da çıkarma" diyesi geliyor insanın.

Sa Sakujin' e gelelim. Narsist bir kardeşimiz olan Sakujin vampir dudakları, hayattan bezginliği ile zaman zaman çok bıktırıcı bir karakter olabilmekteydi fakat Seiran ile karşılıklı zar oyunu oynadıkları sahneye hasta olduğumu belirtmem lazım. Bana bundan çok daha felsefi boyutta olan başka bir sahneyi hatırlatması da bu beğeninin nedenlerinden bir tanesi sanırım. Ayrıca son sahnesinde kendisine müthiş bir sempati duydurtmasını da açıklayamıyorum. Yani bu karakter aynı zaman da en sıkıcı ama üzerinde en fazla düşünülmesi gereken karakter.

Bu 39 bölümü izlerken insan bazen çok uzamış diye düşünüyor. Bazı sahneler ise bir o kadar gereksiz ama yine de tonu, gidişatı, eğlencesi ile ortamı dengelemiş. Bununla birlikte karakterleri hem eğlenceli hem ilginç, arka planları düünülmüş, bağlantıları hoş.

Karakterlere dönmüşken eklemeliyim ki Kou Houju ve Kou Reishin serinin en bomba ikilisidir benim için. Aralarındaki diyalog inanılmaz.

Açılış parçası "hajimari no kaze" (Ayaka Hirahara) oldukça hoş.

Canlı performanslardan gidyim bugün. Aşağıdaki orijinalinden farklı olsa da özellikle bu performansı çok hoş buldum.




Kapanış parçası "Saikou no Kataomoi" (Sachi Tainaka) da pek hoş. Bu da canlı olsun bakalım...




Gözlerimi ikinci sezona çevirdim, hedefe kilitlendim.

5 Ocak 2012 Perşembe

LAREINE: Eski Günler...




Lareine de eskilerden, bugünlerde varolmayan gruplardan bir tanesi. 1994 yılında aktiviteye ilk başladıkları zamanlardan 2000 lere kadar yaptıkları işlerle oldukça fazla ilgi toplamışlardı. Bir süre ara verdikten sonra tekrar grup olarak faaliyet gösterip sonunda 2006 gibi Lareine' e noktayı koydular. Grubun visual kei olayına yabancı olmayanlar için en tanınan ismi Kamijo olacaktır ancak şu andaki Versaille ile Lareine birbirinden hem müzikal hem de isimler olarak oldukça farklı. Bilen zaten bilir de ben ayrıca belirteyim.

(Blue Romance - Aynı adı taşıyan ilk albümlerinden, benim de favorilerimdendir.)



Ne söylediklerini anlamadığım zamanlarda yine de beni içine çekmiş olan bir gruptu bu Lareine.


(Metamorphose - Grubun en sevdiğim parçalarındandır)



(Urei no hana ga tsuzuru ai)





(Billet; Bunu da severim. Diz üstü çizmenin popüleritesi çoook eskilere daynıyor görüldüğü üzere.)




Kamijo' yu sadece Versaille üzerinden tanıyanların bu örneklerde görebileceği gibi kendisinin prens sendromu eskilere dayanmakta.

(Aisareteita hibi ; bunu da çok severim)



Yukarıdaki parçalar bu kısa yazı içinde adını anmak istediğim grubun bana kalırsa iyi çalışmalarıdır. Yoksa burada adını anmadığım- ama şu anda bu vesile ile anıyor olduğum - saikai no hana, lillie charlotte, scarlet majesty, chou no hana, yuki koi uta, sakura gibi daha nice güzel parçaları bulunmaktadır.(bana göre tabii)

Peki ben neden bu yazıyı yazdım.

Bu yazı nereye bağlanacak?

ehehehehehe

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...