30 Ekim 2016 Pazar

Train to Busan (Kore Filmi): Uhhhhh Zombiler





Bir süredir Train to Busan' ın  adını çok duyuyordum ancak içinde Gong Yoo' nun bulunması  dışında filme dair bir bilgim yoktu. Hasta ve ateşli olduğum bir gün, evde de yalnızken bir bakayım nasılmış film dedim ve anladım ki zombi filmi. Gözlerimden kalpler fışkırdı. Tüm hastalığıma ve halsizliğime rağmen sinema ortamımı kurup başladım izlemeye.2016 yapımı Kore filmi olan Train to Busan' ın yönetmeni Yeon Sang-ho. Filmde Gong Yoo, Kim Soo-Ahn, Ma Dong-Seok, Jung Yu-Mi, Choi Woo-Sik  gibi isimler yer alıyor.



Seok-Woo, işkolik sayılabilecek (ve hayatta çalışmayı düşünmeyeceğim sektörlerden birinde çalışan), benmerkezci, boşanmış bir adam. İşine düşkünlüğü nedeniyle 9 yaşındaki kızı ile bağı pek kuvvetli değil. Yani kızı komple unutmuş değil,ilginçtir doğum gününü falan hatırlıyor ama gidip  daha önce aldığı hediyeyi fark etmeden tekrar alıyor falan... ( Hep fazla çalışmaktan beyin ambalesi olmanın sonuçları işte)  Etrafından gelen "Bir kere de şu çocuğa verdiğin sözü tut" baskılarının altında kalarak (nihayet) çocuğun doğum gününde, kızını annesinin yanına yalnız göndermek yerine kızı ile birlikte Busan trenine biniyor. Bundan kısa bir süre önce Seul' de virüs yayılmaya başlıyor.(Buradan tüm ülkeye yayılacak) Seok-Woo ve Kim Soo-Ahn, trene bindiklerinde Seul' ün içine düştüğü kaostan bihaberler. Onlar trende zombilerle tanışıp hayatta kalma mücadelesi verecekler ve bu esnada olayın vahametini anlayacaklar, izleyenler gibi.



Train to Busan' ı beğenme seviyeniz ne beklediğinize bağlı olarak değişecektir muhtemelen. Şahsen benim bir beklentim yoktu, aksiyon olsun, zombiler zıplasın istiyordum, dileklerim gerçekleşti. Zaman zaman gerildim. Bu artık ateşimin yüksek oluşundan ya da yaşlanmış olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Geyik bir tarafa, film aksiyon ve gerilim açısından başarılı. Ağırlıklı olarak trende geçmesine rağmen aksiyon koreografileri ve görüntüler kendini izletiyor. Bu arada zombi kardeşlerim oldukça çevik ve atik, filme bir neşe ve hareket katıyorlar.



Türe yeni bir soluk getirsin falan diye bir beklentiniz varsa, aradığınız numara bu değil. Film görsel olarak başarılı ancak "alın sevgili izleyiciler, size yeni bir soluk veriyorum,pöhhhhh" demiyor. Belki diyebiliriz ki biraz daha insan/insanlık  üzerine odaklı. Kriz durumlarında kim gerçek kişiliğini bulur, toplum nasıl tepki verir vs.. gibi.



Filmde oyunculuklar iyi. Karakterler pek fazla gelişip, evrilmese de - Seok Woo' da bu biraz var -      ( bir buçuk saat içinde mümkün gözükmüyor) aralarındaki ilişkiler dinamiği hareket getiriyor.
Ben filmi beğendim. Kendi alanında gayet başarılı bir yapım olmuş. Özellikle aksiyon, gerilim ve etrafa saçılan, sıçrayan  zombiler istiyorsanız  kaçırmayın derim.



Biraz konu dışı ama tren demişken aklıma geldi. Geçenlerde (dediğim bir iki ay önce) hiç hesapta yokken kendimi İç Anadolu Bölgesinde buldum. Orada toplandığımız ekibin kararıyla bir fantezi yaparak Konya' ya gidelim dedik. Bu kararı desteklememdeki en büyük neden Konya' nın bir zamanlar İpek Yolu üzerinde yer almış olmasıydı. Bir İpek Yolu sevdalısı olarak beni cezbetmişti bu öneri Mevlana Türbesi ile birlikte.


Bu sayede Ankara-Konya yüksek hızlı trenine binme şansım oldu. Bu tren ve benzerleri yüksek  hızlı tren olarak geçiyor günlük yaşamda ancak aslında bunlar hızlandırılmış trenler . Neyse , filmi izlerken keşke bu tren deneyiminden önce izleseymişim diye hayıflandım.


Giderken ne yazık ki aynı vagonda bulunduğumuz çeneleri ve bağırtıları hiç bitmeyen üç çocuğun      ( çocuklara lafım yok, sonuçta çocuktur ama görgüsüzce ve şımarıkça bu çocukların böğürtüsünü yüreklendiren ana-babalara çok lafım var. Herkes çocuk yapmasın!) gürültüsünü kafamda bastırabilmek için çeşitli facia senaryoları kurarken, zombi aksiyonunu atlamışım. Film bu konuda bana faydalı olurdu.


Bu yolculuğa değinme sebebim aslında bir amme hizmeti yapmak. Trende dağıtılan yani satın alınan çaydan bahsetmek. Ben görmemiş olduğum için paylaşayım dedim.







Sabahın köründe yola koyulduğumuz için delicesine  çay içmek istiyorduk ancak trende çay servisi yapılmadı.  Konya'ya varmaya bir yarım saat kala çay dağıtımı başladı, teknik bir sıkıntı vardı herhalde. Neyse, masa çevresi koltuklarımızda  servis edilen çayı aldık ama dördümüzün de elleri titriyordu zira tek amacımız trenden inmeden çayı içebilmek ve ambale olmuş beynimizi diriltebilmekti. Varmadan içmek istemenin telaşesi ile  ben daha üst ambalajla boğuşuyordum ki bir baktım yanımdakiler gri bir ambalaja geçmişler, çırpınıyorlar açmak için. Onlarla ilgilenmedim, derken beyaz poşeti yırtabildim. Ben daha ilk seviyeyi geçmişken yanımda bir süredir debelenmiş olan arkadaşım artık daha fazla dayanamadı, servis hizmetlisine "Bunu nasıl açacağım, açamıyorum" diye sordu. Eleman nezaketini ve tavrını hiç bozmadan "Bunu sadece sıcak suya koyuyorsunuz"dedi ve sıcak su dolu bardağın içine çubuğu koydu. O esnada dördümüz de bir iki saniyeliğine  büyük bir aydınlanma ile büyülenmişcesine çubuğun içinden sıcak suya doğru yayılan kahverengi çaya baktık ve kahkahalara boğulduk. (Muhtemelen etraftakiler de boğuldu ya da kıs kıs güldü) Teşekkürler tren, teşekkürler arkadaşlarımın sabah mahmurluğundan üzerindeki delikleri farkedemediği çubuk şeklindeki çay, sayende ayılmış olduk.


Günü geçirdik, akşam oradan kurtulacak olmanın mutluluğu ve telaşesi ile dönüş trenine bindik, yine masa etrafında yerimizi aldık. Dönüş yolculuğunun yıldızı, benim açımdan, annesinin kucağından etrafa deli bakışlar saçan, kabak kafalı, yüzündeki gülümseme hiç eksilmeyen bir yaşlarındaki bebek ve ablasıydı. Çocukların gıkı çıkmadı, anneleri de gayet güzel idare etti çocukları. Uzaktan çok takdir ettim. Abla olanı ayrıca tam benim kafadandı. Sincan' a yaklaşmamışken yani daha yarım saat varken trende anons başladı. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, inecek yolcular lütfen yerlerinizi alın" Beşinci tekrardan sonra kız; "Anne Sincan ne demek?" diye sorarak beni güldürdü. O esnada ben gözlerim kapalı uyuma numarası yapıyordum. Yani bir değil iki değil. İki dakikada bir aynı anonsu geçiyorlar. Delirme noktasına gelmiştim. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, lütfen yerlerinizi alın" şeklindeki 200. anons yapıldığında kız "Hani gelmiştttiiiiikkk!" diyerek kızgınlıkla haykırarak benim de isyanımı yansıttı sağ olsun. Çok takdir ettim.



Bu yolculukla filmi bağlarsam eğer,  şuna karar verdim ki bu güzergahta seyahat ederken etraftan sıkıldığım için ya uyukluyorum ya da gözlerim kapalı oluyor. Bu durumda bir zombi saldırısından kurtulma imkanım yok, hatta "noluyor yaaaa" derken zombiye ilk dönüşecek olanlardan biri benim.


Diğer bir nokta,  eğer bu hatta bir zombi tehdidi olursa kaçarınız yok arkadaşlar. Filmde adamlar, telefonlarının artık gps' inden ya da farklı bir uygulamadan  falan kaç kilometre sonra  sonra tünel var, tünel süresi kaç dakika vs... detayları  görüp ona göre hareket ediyorlar çünkü zombilerin karanlıkta hareket etmediklerini farkettiler. Diyelim ki benzer zombiler bu trene saldırdı;  Öncelikle bizim elimizde böyle bir teknoloji var mı, bilmiyorum. Diyelim ki elimizde böyle bir teknoloji var. Bu durumda üç nokta var;

1- Kendi açımdan ben telefonu açıp bakana kadar destinasyona varırız çünkü telefon çok takılıyor. Zaten bu süreç içinde ben sıkılıp telefonu cama fırlatırım. Ben ilk zombi olacaklardanım gerçi, hiçbir şekilde kurtuluşum yok. Siz kendinizi kurtarın.


2 - Diyelim ki teknoloji/uygulama var, mesafeler ve zamanlama  tutmayacaktır, iddiaya giriyorum çünkü bu trenler dakik değil. Verilerde mutlaka hata olacaktır. Tam "hadi tünele giriyoruz, bir , iki, üç"  diye saydınız ve ortaya atladınız, zombilerle selamlaştınız daha tünele 100 metre var. Eminim zombiler de size acıyacak ve "biz de bu topraklardanız yiğenim, acını anlarız" diyeceklerdir


3 - Böyle bir teknoloji olsa ve her şey mükemmel çalışıyor olsa  bile bu hatta hapı yuttunuz çünkü tünel falan yok ahahaha. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin (dediğim gibi uyukladım çoğunlukla) ama düz ovada gidiyoruz.


Ha bak vampir saldırısı olsa emniyetteyiz çünkü böyle güneş içinde, ışık içinde seyahat ediyoruz.


Sonuç olarak bu yazıdan ne çıkarıyoruz;

1 - Train to Busan,  atletik ve çevik zombi görmek isteyenler için ideal.


2 - Ebeveynler, çocuklarınızı düzgün yetiştirin. Herkes çocuklarınızın (ve aslında  daha çok sizlerin) şımarıklığını çekmek zorunda değil, önce kendiniz saygıyı öğrenin sonra bunu çocuklara öğretin. İki farklı ebeveyn türünden bahsettim, farkları çok açık.


3 - Sallama çaylar çeşit çeşittir, elinizdekini iyi inceleyin.


4 - Her ne olursa olsun raylı sistemler önemli bir ulaşım/ulaştırma modudur. İşlevsel olmalı ve çoğaltılmalıdır. (Akıllı ve planlıca)

20 Ekim 2016 Perşembe

SERVAMP: Anime







2016 animelerinden Servamp,  12 bölüm. Kolay izlenen, bir oturuşta  biten animelerden.


Vampirlerle ilgili olan bu animede ana karakterimiz Mahiru (Terashima Takuma) 15 yaşında bir velet. İlginç bir hayat mottosuna sahip olan Mahiru kardeş, günün birinde okuldan eve dönerken yolda bulduğu minik, siyah bir kediye acıyarak onu evine götürüyor. Sonradan anlaşılıyor ki bu kedicik aslında bir vampir. Şehirde ağırlığını hissettirmekte olan başka bir vampir olan melankolik Tsubaki ile de yolları kesişiyor. Bu sayede olaylar gelişirken, farklı karakterler hikayeye dahil oluyor...








"Servamp" kelimesi, hizmet eden vampir'in kısaltması olarak kullanılıyor. Bu servamp'lar bir insan ile kontrat yaparak onun hizmetine giriyor ve sözünden çıkmıyor. Söylediklerine göre bunların sayısı sınırlı. Şöyle bir bilinen ya da dillendirilen olayları, durumları da düşünerek bence bir tahmin yürütün kaç tane servamp olabilir diye ? ^^ (Animede bunun için ipucu mevcut zaten, isimleri içinde. ) Servamp' ın kontrat yaptığı insana da Eve deniliyor.



Kuro (Kaji Yuki), Mahiru' nun servamp' ı olarak takdire şayan bir kişiliğe sahip. Tembelliğini, uyku severliğini, çoğu zaman genişliğini ve hatta uyuzluğunu takdir etmemek elde değil.


Mahiru, işte ana karakterden bekleyeceğiniz şekilde konuşan, sevgisiyle rakiplerini alt eden biri. (Seni sevgimle döverim hahaha...)




(İletişim içindeler. Licht&Hyde)



Her ne kadar animenin ana karakteri Mahiru olsa da Eve'ler içerisinde Licht (Nobunaga Shimazaki), tüm o melek geyiklerine rağmen parlayarak rol çalıyor. (en azından benim için) Eleman,  bir nevi serinin ana karakteri modunda takılıyor. En az kendisi kadar servamp' ı Hyde' a kendi halinde takılıyor. Sanatsever, özelinde tiyatro tutkunu özellikle Shakespeare' den alıntılarıyla animede boy gösteren Hyde' ın (Ryouhei Kimura)  Licht için yaptığı "cool, cool, cool" yorumlarına katılmamak elde değil.



(Hyde kardeş yine tek kişilik sunumunda)





12 bölüm içerisinde servampların hepsini göremiyoruz yani görüyoruz ama ana aksiyonda 4 ya da 5 tanesi yer alıyor. Bunun dışında elimizde bir de Tsubaki (Suzuki Tatsuhisa ) var.  Kendi ekibi ile birlikte aksiyonu yaratıyorlar.


Servamp' ın açılış parçası OLDCODEX' den "Deal With".




Servamp kolay izlenen, şirin, dert/tasa yaratmayan, izlemesi keyifli bir anime. Tüm bu nedenlerden dolayı bir oturuşta izlenebileceklerden.


2 Ekim 2016 Pazar

3 ADET AAMIR KHAN FİLMİ: Hint Sineması





Son bayram tatili, son yıllara nazaran iyi ve hoş geçti. Bunda  bayramdan önce bulunduğum yerden kaçmamın ve bir süreliğine olsa da hava değiştirmemin etkisi oldu. Hoş sohbetler, güzel zamanlar geçirdim bu sayede. Tüm bunlara rağmen bu tatilin kazananı kimdi diye bana soracak olursanız, benim açımdan Aamir Khan' dı diyebilirim.



Tamamen tesadüfler silsilesi sonucu üç günde üç adet Aamir Khan filmi izlemiş oldum. Üç film yetmezmiş gibi üzerine bir de 4. gün,  alakasız bir yerde, oturduğum masada önüme  bir adet kitap geldi. Bildiğiniz şak diye önüme kondu!  Hayat bazen gerçekten ilginç olabiliyor.




Eskinin Bollywood severi olan ben,  doğruyu söylemek gerekirse uzun ama uzun zamandır Hint filmlerini takip etmiyordum. Gerçi son yıllarda (son dediğime bakmayın, uzunca bir süredir ) ne yaptığımı ben bile bilmiyorum!  İlk akşam biraz çekingence sorulan "hadi Aamir Khan' ın filmini izleyelim?"  önerisine de her zamanki gibi ne büyük bir istek ne de bir isteksizlikle "olur" cevabını vermiştim ancak devamı güzel geldi.



Muhtemelen çoğunluğun izlediği bu filmleri yazmamın nedeni bu rastlantılar ve bunların zihnimde açtığı sonuçlar. İzleme sırası şu şekilde gerçekleşti; (Her ne kadar başlığı Aamir Khan filmleri olarak atmış olsam da, üç filmden ikisinin yönetmeni Rajkumar Hirani)



1 - P.K 


2014 yapımı P.K' in  yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, Anushka Sharma, Boman Irani, Sushant Singh Rajput, Sanjay Dutt gibi isimler yer alıyor.



Dünyayı keşif için gelen bir uzaylı, daha ilk dakikada gemisini geri çağırmasını sağlayan  bir kontrol paneli olan kolyesini bir hırsıza kaptırıyor. Bundan sonra evine dönebilmek adına bu kolyeyi aramaya başlıyor ve "Tanrı" kavramı ile tanışıyor. Tanrı' dan kolyesini geri vermesini dilerken aynı zamanda dünyayı, Hindistan' ı ve insanları da tanımaya başlıyor. Jaggu ile tanıştıktan sonra sorularını seslendiriyor.


Doğruyu söylemek gerekirse filmi izlerken ve izledikten sonra oldukça şaşırdım. Hindistan gibi toprakları üzerinde pek çok farklı inancı barındıran ve bunlar hakkında konuşmanın neredeyse tabu sayıldığı  bir ülkeden bu tarz bir film çıkması beni şaşırttı diyebilirim. Dediğim gibi Hint sineması ile ilişkim sınırlı, daha öncesinde benzer örnekleri var mıdır bilemiyorum ancak bu tonu ve anlatım dilini yakalamış bir filmi izlemek bana kalırsa keyifliydi. Film, her ne kadar dinler üzerine yoğunlaşmış gözükse de aslında sosyal sistemi eleştiren bir film.



Bu soruları  uzaydan gelmiş, bir çocuk misali saf, ön yargılardan uzak ve toplumsal dayatmalar nedeniyle henüz mantık işleyişini kaybetmemiş bir varlığın sorması hem güzel (aynı zamanda işlevsel)  bir fikir hem de doğal.






Ana eleştirisi,  insan ile inandığı yaratıcısı  arasına girenler ve bunlardan kazanç sağlayanlara ek olarak değerlerin sömürülmesi olan filmde aslında bunun ardında da pek çok soru soruluyor. Hangi Tanrı (yaratıcı) ? , bizi yaratan mı, insanların yarattığı mı? Doğum işaretlerimiz nerede? gibi...



Yine daha öncesinde çeşitli filmlerde sorulmuş sorular yine bu filmde de yer alıyor. Örneğin adını şu anda hatırlayamadığı bir savaş filminde  geçen -yaklaşık-  "biz kazanmak için tanrımıza dua ediyoruz, onlar da kendi tanrısına. Peki hangimizin dileği kabul olacak?" veya yine başka bir filmde hatta edebiyatta yer alan " bu kadar fakir çocuk varken bu tanrılar nerede" ve  daha nicesi gibi...


İnsan eliyle değerlerin sömürülmesinin ardında filmin pek çok karesinden fışkıran soruları algılamak ve kendince yanıtlamaya ya da yanıt aramaya girişmek ve filmi bu doğrultuda yorumlamaya çalışmak artık izleyene kalmış. Film sorular soruyor, zaten sorgulayıcılık üzerinde duruyor ancak bunlara cevap vermiyor ya da kendi düşüncesini kabul ettirmeye çalışmıyor. Tüm bunları yaparken ise inançla (hiçbiri ile) dalga geçmiyor, aksine insanların bunların karşısında aldığı pozisyonu dilini de ayarlayarak mizah yolu ile düşündürmek için kullanıyor.



Filmde kullanılan "yanlış numara" benzetmesi oldukça hoş olmak ile birlikte onunla eşdeğer olan kavram" dans eden arabalar " bana kalırsa ^^


Ve söylendiği gibi, tüm evreni ve dünyayı yaratan yaratıcıyı korumak işini insanlar üstlenmemeli. Filmin en kayda değer sahnelerinden bir tanesi bu olsa gerek( İzleyenler anlamıştır.)



Aslında eleştiriler bununla bitmiyor tabii ki. En hoşuma gidenlerden bir tanesi dil üzerine olandı. "İnsanlar bir şey söylüyor ama aslında başka bir şeyi kast ediyor" diyordu P.K. Haklı mı? Haklı! "Nasılsın?" diye soran  birine kötü de olsak "iyiyim" diyoruz çoğu zaman ama karşımızdakinin halimizi anlamasını da istiyoruz diğer yandan. Bunun gerçekliğini anlamak karşımızdakine kalmış. Bunun gibi bir sürü örnek düşünün kafanızda işte.  Filmin en  temelinde insanlık ele alınmış.







Mesajlar çok mu direkt, insanın gözüne mi sokuluyor bilemiyorum. En azından benim için rahatsız edici değil.  Aamir Khan' ın çoğu filminin  mesaj kaygısı taşıdığını biliyoruz. Bu filmde bazı mesajlar insanın gözüne sokulsa bile - anlatım tarzı nedeniyle - çok göze battığını düşünmüyorum aksine eğer çok değişkenli, çok geniş bir kitleye ulaşmaya ve bunları onlara taşımayı düşünüyorsanız bu kötü bir şey de değil bana kalırsa. Bu direkt mesajların altında pek çok ufak ayrıntı, soru, detay, minik mesajlar olduğunu eklemeden de geçmeyeceğim. Filmde bazı konulara  bayağı geniş açıdan bakılmış, bu da bir artı.



Film süresine rağmen akıcı ve renkli. Oyunculuklar oldukça başarılı. Filmin en büyük başarısı, ele aldığı konuyu, bu tonla, bu derece estetik şekilde  ve herkese ulaşabilecek şekilde işleyebilmiş olması. İzlemesi kesinlikle keyifli bir film bana kalırsa, izleyin pişman olmazsınız. Eğlendirirken düşündürebilmek önemli bir işlev.



2 - 3 IDIOTS 








2009 yapımı bu filmin yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, R. Madhavan, Sharman Joshi, Kareena Kapoor, Boman Ironi gibi isimler yer alıyor.



Doğruyu söylemek gerekirse,  zamanında bu film çok övülünce izlemekten kaçınmıştım. Daha sonra muhtemelen filmi başka bir şeyle karıştırıp (bazen bende oluyor, farklı çağrışımlar yapıyor, bir filmi başka bir film ile falan karıştırıyorum) izlemekten iyice kaçındım sonra da unuttum gitti. Neyse, 2. gün karşıma çıkan film 3 Idiots idi.



Söylemeliyim ki ezberci ve insanı notlarıyla etiketleyen, yaratıcılığa, kişilerin farklılığına ve farklı düşünce tarzlarına izin vermeyen eğitim sistemlerine gömen tüm filmler baştacımdır. Bu (ve benzer) sistem (ler) den hayatım boyunca her yerde nefret ettim. Baş kaldırım şu yaşıma gelmiş olmama rağmen bunun ilerisine, yani insanları  tek tipliliği, tek boyutluluğu, muhteşem robotik özellikleri ve yalakalığıyla ile değerli bulan sistemle hala devam etmekle birlikte bu başkaldırı dönüp dolaşıp yine bana giriyor ama olsun, ben iyiyim. :)



Bir mühendislik fakültesinde geçen film, ezberci ve rekabete dayalı toplumsal sisteme öğrenci hazırladığı için öğrencileri birer not ve yarış atı şeklinde gören ( özelinde eğitim ) sistem eleştirisi. Bununla birlikte içinde dostluk, umut, aşk gibi diğer noktaları da barındıran, izlemesi keyifli ve eğlenceli bir film. (Yani sanırım izlemeyen çok azdır? )






(Filmin müzik seçimlerini ben çok güzel buldum. Hepsi ayrı ayrı keyifli ancak bu parça nedense bir adım önde benim için. Parçanın kendi havasının, tadının yanında kullanıldığı sahneler de beni ayrıca etkilemiş olabilir.

"Give me some sunshine, give me some rain
Give me another chance, I wanna grow up once again"

Daha ötesi var mı? )



Aamir Khan' ın yaşını bu film ile birlikte öğrenip dumur olduğum doğrudur. ( Daha önce merak etmemiştim)   Yine de bu noktada yalnız olduğumu sanmıyorum?



Oyunculukları son derece başarılı buldum. Her ne kadar tam anlamıyla gerçekçi olmasa da filmin tonu bu kardeşler demek istiyorum. Bu haliyle dahi pek çok öğrencinin iç dünyasına ışık tutulmuş^^



Rancho (Aamir Khan) hayatta pek çok insanın olmak istediği/isteyeceği bir karakter olmak ile birlikte eminim herkes hayatında böyle bir arkadaşa sahip olmak ister.



Farhan ve Raju yani R. Madhavan ve Shaman Joshi de performans olarak gayet iyi. Dostluklar kolay kurulmuyor işte.





(Türkçe alt yazılısını seçtim. Filmlerdeki tüm parçalarda olduğu gibi sözler de ayrıca güzel)



Virüs, hayatım boyunca karşılaştığım tiplerden biri. Eskiden Virüs gibilerden daha çok bulunurdu. Her ne kadar Virüs masum olmasa bile yine de hakkını yememeliyim. Virüs gibiler her şeye rağmen kendi içlerinde tutarlıdır. Bir birikimleri, bakış açıları vardır. Bunu kırabilirsiniz ya da kıramazsınız. Günümüzde bunların çok daha değişik, rüzgara göre yön değiştiren ve en kötüsü kendilerine ait bir bakış açıları olmayanları sayıca çok fazla ne yazık ki!


Ve Chatur...  Hayatta Chatur gibilerden bolca bulunuyor, değil mi?



İçindeki sistem eleştirisi ile birlikte oldukça eğlenceli bir film 3 Idiots. "Overrated" mi, bilemeyeceğim ama izlemesi son derece keyifli. Zamanın nasıl geçtiğini insan izlerken hissetmiyor.







Eğer benim gibi bir hataya düşmüşseniz kendinize bir şans verin.



3 - Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir)




2007 yapımı bu filmin yönetmeni ve yapımcısı Aamir Khan. Oyuncular arasında Darsheel Safary, Aamir Khan, Tanay Chheda gibi isimler yer alıyor.


Filmin adı Dünyanın Yıldızları (Imdb' de Yerdeki Yıldızlar). Birazdan bahsedeceğim kitapta, filmin sloganının "Her çocuk Özeldir" olduğu söyleniyor.



Film disleksik bir çocuğun yaşamından kesitler sunuyor. Rekabetçi bir sistemin ortasına atılmış bu çocuğun, kendi hayal dünyasında yaşayan kendince mutlu bir çocuk olmasına rağmen,    sosyal sistem içinde  toplum tarafından disleksinin de etkisiyle başarısız, aptal, yaramaz, tembel olarak etiketlenmesini gösteriyor. Kendini tam anlamıyla ifade edememesi nedeniyle öfkeleniyor zaman zaman. Bir süre sonra ders notları dipte olduğu için zeka geriliği olduğundan da şüpheleniliyor. Ailesi,  bu ele avuca sığmayan çocuğu terbiye etmek ve cezalandırmak için çocuğu yatılı bir okula gönderiyor. Ne yapsa bir türlü başarılı olamayan, kendini kabul ettiremeyen çocuk bir süre sonra artık itilmişliğinin de etkisiyle tamamen öz güvenini  kaybediyor ve kendini soyutluyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan yatılı okulun geçici resim öğretmeni tarafından çocuğun hayata döndürülmesini izliyoruz Taare Zameen Par' da.




Disleksi ile ilgili pek çok hikaye ve olay duydum, özellikle son yıllarda. Türkiye'de ne kadar yaygındır bilemiyorum ancak çoğu insanın disleksi ile ilgili bir fikri olmadığını düşünüyorum. Duyduğum bu hikayelerden en fantastik olanı ( fantastik burada acı, inanılmaz, şaşkınlık verici anlamında) zamanında küçük bir kızın liseye kadar disleksik olduğunun  öğretmenleri,  ailesi, yakınları tarafından farkına varılmadan gelebilmesi - ki ne acılar, ne durumlar yaşadığı ayrı bir konu - sonunda zeka geriliği teşhisi konulması üzerine İstanbul' da özel bir okulda sorunun disleksi olduğunun farkına varılması. İnternet çağını yaşadığımız, haberleşmenin kolay sayılabileceği şu günlerde dahi pek çok öğretmenin öğrencisinin sorununun köküne inip böyle bir sorunu olabileceğinin farkına varabilmesi olasılığını çok düşük olduğunu düşünüyorum. (yani en azından diyebilirim ki  bildiğim  çocukların hiç birinde varıldığını görmedim)




Yine de film her ne kadar disleksik bir çocuğa odaklanıyor olsa bile aslında özünde, sloganı gibi her çocuğun ayrı bir ışık, dünyada yer alan ayrı bir yıldız olduğuna, hepsinin ayrı ayrı farklı özellikleri olduğuna vurgu yapıyor bana kalırsa. Filmde engelli çocukların yer alması ve onlara değinilmesi ayrıca hoş.







Film, ağlatma kapasitesine sahip ayrıca sizi çok güldürme potansiyeline de sahip. Film bittikten sonra ise bir şekilde insan mutlu ve hafiflemiş hissediyor kendisini. Filmi eğer tek başıma izlemiş olsaydım muhtemelen ağlardım. Bu sefer izlerken gözyaşı dökmemeyi başarabildim ancak dolu olan sinüsler nedeniyle zaman zaman yanaklarım ve alnım ağrıdı ^^


Film, Aamir Khan' ın ilk yönetmenlik denemesiymiş. Bana kalırsa arka plandaki herkes çocukların dünyasını oldukça iyi anlamış. Çocukların ve aynı zamanda Ishaan' ın gözünden dünya çok iyi yansıtılmış. Bu anlamda başarılı.



Oyunculuklar filmin diğer başarılı öğesi. Çok doğal, çok sade, insana dokunan cinsten. Özellikle Ishaan yani Darsheel Safary, filmi alıp götürüyor. Kitaba göre, uzun arayışlardan sonra Darsheel Safari' yi bir dans okulunda bulmuşlar ve normalde çok mutlu bir çocukmuş. (Filmdeki enerjisini göreceksiniz zaten) Ağlama sahneleri söz konusu olunca "Aamir amca, ben ağlayamam" diyormuş. Bununla birlikte filmde rol alan tüm çocukların ilk kamera önü deneyimiymiş. Hem Darsheel hem diğer çocuklara yol göstericilik büyük ölçüde Aamir Khan' a düşmüş.





(Şarkı eğlenceli. Aamir Khan burada çok hoş gözüküyor, bu ise ayrı bir konu ^^. Ancak bu videoyu çocuklar nedeniyle izlediğimi de söylemeliyim. Çabaları, doğallıkları çok tatlı. Yani bir insana kameraya bakma derseniz, istemese dahi gözü inadına kameraya kayar. Başarılı değil mi şimdi?)



Söylediğim gibi bana kalırsa film çok sade, doğal ancak izleyene oldukça ince dokunuşlar yapabilen bir film. Ben oldukça beğenmekle birlikte çok başarılı buldum. Taare Zameen Par, Oscar' a aday olamamış.


Film çoğunlukla olumlu eleştiriler almış ancak kitapta Variety' nin yorumu ilgimi çekmişti. Kitap elimde olmadığı için  birebir yazamıyorum ancak şöyle bir şeydi; "Şüphesiz sempatik ancak gerçek bir dram ve ilginç karakterlerden yoksun". Kitabı okurken, bu yorumu hayretle yanımdaki arkadaşlardan birine okudum. Arkadaş istifini hiç bozmadan "Amerikan sinemasının formüllerini ve başarısını korumak adına böyle bir yorum yapmışlardır" dedi ve kahvesini yudumlamaya devam etti.



Gerçekten yorumun ardında herhangi bir niyet var mı bilemem ama film hakkında yapılan bu yoruma katılmam mümkün değil. Film sempatik, kesinlikle evet. Dram noktasına gelirsek... Film eleştirmeni falan olamam, sinemadan pek anlamam, milyonlarca film izlemişliğim yoktur. Buradaki gerçek dram mevzusunu  anlamadım. Yani, 8 - 9 yaşındaki bir çocuğun kendini dış dünyaya ifade edemeyişi, dünyayı farklı algılayışı, belirli toplumsal çizginin dışında kalışı, etrafındakiler tarafından anlaşılamaması, cezalandırılması, kendini ortaya çıkaramaması gibi nedenlerden dolayı depresyona girmesi, öz güvenini kaybetmesi, dışarı itilmesi dram değil midir? Yoksa bunun çok sıradan bir durum olması mı dram etkisini üstünden alan bilemiyorum. Bana kalırsa en has dram bu. İlginç karakterler noktasına gelirsek, ne bileyim ezbere konuşmayan çocuğa "otur, sıfır" diyen öğretmen, başarısızlığı nedeniyle "çocuğunuz geri zekalı, okuldan alın" diyen müdür, "ilgiyi" etrafa göstermek sanan ebeveynler sıradan karakterler, evet. İlginç değiller! Çocuğun farkına varan, üzerine eğilen öğretmen karakteri biraz hafif çizilmiş olsa da (bu da çeşitli nedenlerden, çocuk oyuncunun önüne geçmemek vs.. falan gibi güzel bir karar bence) ilginç değil mi bilemiyorum, klişe olabilir belki!(Filmi beraber izlediklerimden biri serzenişte bulunmuştu film esnasında "neredeeeeee böyle ilgili, fedakar öğretmenler" diye) Sonunda da çocuk epik bir başarı yakalamıyor, belli ki sorun burada. Derslerinde ilerleme gösteriyor, normal bir çocuğa dönüşüyor ve dönem bitiyor. (bence epik bir başarı ve film adına başarılı bir son tabii)


Neyse, tüm bunların dışında film bir sistem eleştirisi işte.




(Bu şarkıya, sözlerine, film içindeki kullanımına, tanımlamasına methiyeler düzebilirim.Çocuğun son anda su birikintisine özenle sıçrayıp basmasına ayrıca gülüyorum, güzel detay. Çünkü çocuklar gerçekten böyle)



Bir öğretmenin yardımı ile hayata dönen bir çocuk... Bir çocuğun sevgisini ve saygısını kazanabilmek dünyadaki en güzel ve özel şeylerden bir tanesi olsa gerek. İzlemesi çok keyifli bir film. Sıradanlığı, yoğunluğu, eğlencesi ve etkileyiciliği, her şeyden öte çocuk dünyasını yakalayışı ile başarılı bir film. Kendinizden de çok fazla şey bulabilirsiniz. Eğer izlemediyseniz şiddetle öneririm.



Benim Yolum - Aamr Khan' ın İnanılmaz Yolculuğu



Christina Daniels tarafından kaleme alınan ve  Türkçeye çevrilerek  Martı Yayınlarından 2015 yılında çıkan kitap, Aamir Khan' ın hayatı ve işlerini  anlatıyor. Üçüncü bir ağız tarafından, derlemeler halinde sunulmuş. Bir gün içinde hepsini okumaya fırsat bulamasam da hoş bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Sinemaya bakış açısı, düşünceleri, filmler hakkındaki bilgiler (amaçları, arka planı, yapılmak istenenler vs...), birlikte çalıştığı insanların kendisi hakkındaki yorumları, özel hayatı gibi konular  yer alıyor. Tüm aktivistliğine ve filmlerini özenle bir mesaj amacı ile seçmesine rağmen Aamir Khan' ın sinemanın esas işlevinin eğlence olduğu düşüncesinin en azında yukarıda yer alan üç film için doğru olduğunu söyleyebilirim. Hayranlarının beğeneceği bir kitap sanırım.


Son olarak bu yazıyı sonlandırırken tabii ki All izz well :)








LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...